Translate

Bu Blogda Ara

Cunda ve Giritliler



Ege’nin kıyısında iki kültür iç içe.
Cunda, Ayvalık’ın hemen yanıbaşında bir ada. Aslında ada bile sayılmaz. Çünkü karaya köprüyle bağlı. Asıl adı da Ali Bey Adası. Ama kimse bu ismi kullanmıyor. Eskiden Rumlar’ın yaşadığı adada, yaklaşık seksen yıldır Girit muhacirleri yaşıyor. Ada nüfusunun büyük çoğunluğu bugün bile üçüncü, dördüncü kuşak Giritliler’den. Kendilerine has şiveleri, birbirinden nefis yemekleri ile Cunda’da küçük bir Girit var.
Mavi-yeşil deniz ve kumsal… Hafifçe bir rüzgar esiyor batıdan, Akdeniz kokuyor… Denizin kokusuna bir de zeytinyağı kokusu ekleniyor. Balıkçılar batan güne “Papalina” için son kez ağ indiriyor. Sabahtan hazırlanmış olan “çiçek dolma”ları deniz kenarındaki lokantalarda önce tabaklara, sonra vitrine diziliyor. Henüz belki görünmüyor ama plaj güneye kadar uzanıyor. Kıyı boyu dantel gibi işlenmiş. Burası Ayvalık…Sonra Şeytansofrası’na çıkıyoruz ve karşıda adalar görünüyor, Ayvalık’ın adaları: Çıplak, yumurta, güneş, yuvarlak, kamış, kılavuz, Taşlı, Yelken, Maden, Hasır, Dolap, Kutu, Balık, Kayabaşı, Çiçek, Kız, Poyraz, Tavuk ve Alibey… Diğer bir adıyla Cunda… “Cunda” adı ta Osmanlılar zamanından kalma. Buranın artık tam anlamıyla bir ada olduğu da söylenemez. Çünkü Dolapboğazı’ndan geçilen bir köprüyle Ayvalığa bağlanmış. Şimdi de rüzgar Cunda’dan sesler getiriyor.
Cunda limanı dolu. Balıkçılar belli ki yeni dönmüşler. Şimdi bütün restoranlar onlardan balık bekliyor. Ama özel bir balık: Papalina… Papalina Sardalya’nın yavrusu. Normal bir hamsiden az daha ufakça. Ayvalığa, hele hele Cunda’ya gelen hiç kimsenin tadına bakmadan geçemeyeceği bir balık. Restoranlarda porsiyonların biri gidiyor biri geliyor. Siparişler sadece Papalina ile kalmıyor tabii ki. “Yanında başka ne alabiliriz?” diye soruyorsunuz; saymaya başlıyorlar: “Kabak Çiçeği Dolması, Zeytinyağlı Bamya, Deniz Börülcesi…” “Ya midye, kalamar” demeyin sakın. Onlar zaten var. Ama Cunda’ya gelen önce mutlaka Girit mutfağını tadar.
Oturduğumuz restoranın sahibi Engin hanımla konuşmaya başlıyoruz, yemek çeşitliliği üzerine. Cunda mönüsünü değiştirenler, Girit’ten gelen mübadil Türkler olmuş. Engin hanım bir yandan “Çiçek Dolması”nı hazırlarken, bir yandan da Giritliler’den söz ediyor… “Sadece yemekler mi?: Onlar çok şey getirdiler buraya. Şimdi Girit’ten gelen ailelerin bazıları neredeyse dört kuşak oldular.” Bu cümlelerden anlaşılıyor ki Cunda halkıyla Girit nüfusu artık kaynaşmış. Girit’ten Cunda’ya ilk gelenleri soruyoruz. İşte o zaman Ali Onay’la tanışıyoruz. Ali Onay, 1924 yılında, Girit’ten Cunda’ya ilk gelen Türkler’den. Yaşını sorduk; on sekiz dedi. Doğrudur!.. Çünkü Ali Onay, adanın tarihi varlığını korumak için, gençlere taş çıkartan bir enerjiyle çalışıyor. Cunda’yı ve tarihini tamamı tamamına biliyor, anlatıyor; yıkılmayan kiliseleri, manastırları ziyaret edip, buraya ilk geldiği o yılları yaşıyor… Girit’ten ilk geldiğinde, sadece şehrin içinde beş büyük kilise iki de aile kilisesi varmış. Artık kiliselerin yalnızca bir tanesi ayakta. Boş arazilerde gördüğünüz taş yığınları da diğer kiliselerden kalanlar. Şehir dışındaki kiliseler bile yıkılmış, mahvedilmiş. Neden? Ali Onay, sormadan cevaplıyor üst üste yığılmış bir taş öbeğini gösterirken; “Burayı yıkıp şu ilerideki damı yaptılar. Kiliseyi yıkıp ev yaptılar. İnanabiliyor musunuz?” diyor. Haklı, inanamıyoruz. Cunda’yı gezmeye devam ediyoruz. Burada gördüğümüz neredeyse her taş yığınının bir hikâyesi var. Zamanında kimi kilise, kimi manastır, kimi mezarlık, kimi okul olarak kullanılmış. Bazısının içinde hâlâ hazine gizlendiğine inanılıyor. Biz sadece yapıların tarihiyle ilgileniyoruz. En fazla tahrip olan yapılar, Rumlar’dan kalan manastırlar, kiliseler ve okullar. Rum evlerinin durumu ise daha iyi; çoğu bakımlı. Bir de taş kahve var. Burası da Rumlar’dan kalma bir bina.. Fakat, yapı tekniğinden anlaşıldığına göre onun tarihi daha yeni: 1900′ler. 1944 yılında Cunda’yı da vuran büyük deprem esnasında birçok yapı harap olmuş. Ama Rumlar’ın inşa ettiği mekanlarda zemin sağlam tutulduğu için oralarda gerçek anlamda yıkılmalar değil, ufak tefek çökmeler yaşanmış. İşte Taşkahve de zelzelede 6 santim kadar çökmüş. Fakat hâlâ sapasağlam duruyor Kordon boyunda.
EVLER SARMISAK TAŞI’NDAN
İlçe merkezinden ayrılıp adanın arkalarında ilerliyoruz; Pateriça Körfezi’ne doğru… Burada artık taş sokaklar göremiyoruz. Hatta yollar o kadar bozuk ki; yeri geliyor, iki kişi yan yana yürümekte bile zorlanıyoruz. Otomobili bir yerde terk etmek zorundayız. Otlar arasında bir toprak yol, hafifçe yukarı doğru eğimli. Yolu takip ediyoruz, eğim artıyor. Biraz daha devam edince bu kez eğim aşağıya doğru dönüyor. Ve sola baktığımızda, yüksekte, yüzünü denize dönmüş bir bina yükseliyor… Burası Agios Dimitrios Ta Seilina Manastırı, Deniz kenarında bir tarih; yıkık duvarlar arasından görünen muhteşem bir manzara, arkası yemyeşil orman… İçeriyi geziyoruz. Gene Ali Onay manastır hakkında bildiklerini anlatıyor. “Ben bu manastırın buralardaki en eski manastırlardan biri olduğunu düşünüyorum. İki yapılaşma görüyoruz. İlk yapılaşmaya göre burası küçük bir manastır. Ama ondan sonra yenilediler manastırı. Duvarlarını yeni yaptılar, kilisesini yeni yaptılar… Daha çok da sarmısak taşı kullandılar. Bir yapıda sarmısak taşı kullanılması demek o yapının yeni olması demek.” Sarmısak taşı, Ayvalık’ın güneyindeki Sarmısaklı’dan çıkarılan bir tür taş. Kırmızıya çalan rengiyle hemen seçiliyor. Sağlam fakat kolay işlenebilir olması nedeniyle birçok yapıda -şimdi bile- tercih ediliyor. Daha çok Rum evlerinde görüyoruz bu taşı. Bir de onarılmış manastırlarda ve kiliselerde…
Ali Onay, bir yandan yıkık duvarların, arasından görünen denizi seyrediyor, bir yandan da anlatmaya devam ediyor. “Bir zamanlar Katerinli Fahrettin Bey adında biri vardı. Burayı zaptına aldı. Tapusu yok tabii. Ama adamcağız ilk günden ölüm gününe kadar korudu orasını. Maalesef ondan sonra oğulları hiç ilgilenmediler. Ama Fahrettin Bey çok mutlu bir hayat geçirdi burada. Sevgilisi vardı. İstanbullu. İşte onunla burada kalırlardı; o burada çok güzel günler yaşadı…” Yani, ölene kadar buranın gerekli tamiratlarını ve bakımını yapan Fahrettin Bey, aynı zamanda burada yaşamış. Üstelik Ali Bey’in anlattıklarına göre, epey “iyi” yaşamış.
Cunda’nın yerli nüfusunun büyük bir kısmını mübadeleyle Türkiye’ye gelenler oluşturuyor. Giritliler buraya ilk geldiklerinde Cunda henüz bozulmamış tarihiyle onları bekliyormuş. Ali Onay konuşmaları sırasında sık sık uzaklara bakıyor; belli ki Girit’ten ilk geldiği zamanki Cunda’yı hatırlıyor. Türkiye gemisinin ikinci seferiyle Ayvalık limanına ulaşmışlar. Cunda’ya geçişleri oradan olmuş. O zamanlar Ayvalık’ı Cunda’ya bağlayan köprü yok; ama isteyen sallarla geçiyor adaya. Onlar adaya küçük teknelerle geçmişler. Önce davullarla karşılanıp iskeleden çıkar çıkmaz hemen aşılanmışlar. Ve “Papaz’ın Sarayı”nda karantinaya alınmışlar.
Papaz’ın Sarayı denize bakan, üç katlı, sağlam görünüşlü bir bina. Gerçekten de önceleri burada bir papaz yaşıyormuş. Daha sonra bu bina yetiştirme yurdu yapılmış. Papazı öldürmüşler, sarayına saklamış olduğu altınları almak için… Altınlar bulundu mu bulunamadı mı kimse tam olarak bilmiyor.
İşte Giritliler ilk geldiklerinde burada kalmışlar. Bina o zaman gayet iyi durumdaymış tabii. Her odada iki-üç aile kalıyormuş. durum bir hafta ya da on beş gün kadar böyle devam etmiş. Önceden devlet tarafından oradaki mal varlıkları değerlendirmeye alınan Giritliler, Cunda’da mallarına “aşağı yukarı” karşılık gelen Rum evlerine yerleştirilmişler.
4500 GİRİTLİ GELDİ
“Mübadele esnasında adaya 4500 kişi geldi. Ama işsizlik ve piyasanın olmaması çok kötüydü. Halkı, buraya, verdikleri iskânla bağlayamadılar. Her nüfusa 20 ağaç zeytin, her aileye bir ev ve bir buçuk dönüm tarla verdiler. Bu sadece Girit’te yoksul bir hayat sürenlerin işine yaradı. Ama Girit’teki mallarının kıymeti takdir edilerek, elindeki imkânlarla buraya gelen insanlara oradaki mallarının değerinin yüzde 40′ı verildi. Kalan yüzde 60 hisseler ise devlete kaldı. Halka verilen iskân hakları o zamanki şartlar içinde insanları buraya bağlamadı. O aileler de ellerindeki malları çok ucuza satarak adadan ayrıldılar. 4500 nüfustan geriye kalan sadece 2000 nüfustu” sözleriyle mübadeleyle başlayan Türkiye serüvenini anlatmaya devam ediyor. Birtakım haksızlıklar olmuş tabii, ama onları esas etkileyen “göç”ün duygusal boyutuymuş: “Oradaki işini, evini bırakıp hiç bilmediğin bir yere gitmek… Orada kurulmuş olan bir düzenimiz vardı iyi kötü. Muhacirlik kolay değil” cümleleri art arda dökülüyor Ali Onay’ın ağzından…
Başka Giritliler de var Cunda’ya gelen. Aralarında en yaşlısı İsmet Teyze. Şirin bir pansiyon işletiyor şu anda. Pansiyonun hemen hemen her tür işinden o sorumlu. Yaşı, neredeyse 85. Ne kadar sağlıklı olduğunu sadece bakışlarından bile anlamak mümkün. Dilinde bozuk bir Türkçe; pırıltılı gözlerini kırpıştırarak sürekli konuşuyor, anlatıyor: Komşularını, duvardaki resimlerini, ilk gençliğini, bir de tabii ki Girit’i… Ve İsmet Teyze düşündürüyor da. Acaba özlediği o ilk gençliği mi yoksa Girit mi?..
“Ben ilkokulu bitirmiştim, altı sinif. On iki yaşindaydim. Yirmi alti mayis bin dokuz yuz yirmi dörtte biz buradaydık. Son Türkiya vapuru ile geldik. Bizden sonra bir Rum vapuru geldi. Andivoni. Buraya geldik, muhacir olduk. Rahatimizi kaybettik. Evimizi, her şeyi bıraktik. Burada elektirik yok, su yok, sokaklar taş… Yuruyemezdik. Mahrumiyet mintikasiydti burası. Ama Girit Adası Akdeniz’in cenneti. Girit’te meyva bol ve guzel. Ona bakmasini bilirlerdi insanlar. Medeni yer Girit. İnsanlari çok iyi. Sonradan şeytan girdi araya, bozuştular.”
İsmet Teyze artık buraya alışmış alışmasına. Ama Girit halâ burnunda tütüyor belli ki… Özellikle de havası. Çünkü sık sık sesi duyuluyor, pansiyonda kalanlara, ziyaretine gelenlere Girit’i anlatmaya başlıyor: “Soğuk burasi. Orada soba yok, soğuk yok. Mangalla isinirdik, soba yok, gerek yok sobaya. Girit… Şimdi daha güzeldir. Medeni yer Girit…” Bir süre sonra çocukluk anılarından sıyrılıyor. Hemen ardından da “zamanımız”a ve alışkanlıklara eleştiriler getiriyor. “Gezmek… Butun gun sokak. Sabah gezmek, öglene gezmek, akşama gezmek… Bazileri çok seviyor, geziyorlar. Ben sokak sevmiyorum.”
Giritlilerin neredeyse hepsi artık Cundalı olmuş. Nüfus çoğunluğu da onların… İlk geldikleri yıllarda birçoğu kendilerine verilen imkanların da gerektirdiği üzere -çiftçilik yapmış. Şimdi de “zeytine çıkanlar” yok değil. Birazcık daha girişimci ruha sahip olanlar, pansiyonculuğa başlamışlar İsmet Teyze gibi… Girit’i özleyenler var tabii aralarında, ama çoğu Cunda’ya alışmış. Ve Girit’liler Cunda’ya – en azından getirdikleri ilginç yemeklerle – imzalarını atmışlar.
Ali Onay, İsmet Altay… Girit’ten diğer gelenler. Muhacirlikten bahsettiler, Cunda’nın ruhundan söz ettiler, onlar tarihin belirli bir kesitini gözümüzün önüne serdiler. Üstelik hissettiklerini de… Cunda’ya giderseniz kiliseleri dolaşmaktan, denize girmekten başka, fazladan birkaç gün daha ayırın kendinize. Giritlilerle tanışın. Herşeyi anlatacaklardır. Size “gerçek” bir tarih yaşatmak için Cunda’da beklemekteler…

http://www.chronicledergisi.com/cunda-ve-giritliler/